Sınırlar ve Sevmek Üzerine

İnsan ilişkilerinde en temel ihtiyaçlardan biri, görülme arzusudur. Bu arzunun kökeni çocukluk döneminde, bakım verenle kurulan ilk ilişkilerde yatar. Bebek, bakıcısının gözünde var olur; onun bakışıyla şekillenir. Eğer bu bakış yeterince yansıtıcı değilse, kişi kendi kimliğini geliştirirken eksik kalır ve ilerleyen yaşamında bu eksikliği telafi etmeye yönelik ilişkiler kurar.

Bazı insanlar, bu görülememişliğin yarattığı boşluğu, başkasının yaşamına fazla müdahil olarak doldurmaya çalışır. Sevgi adı altında yapılan bu aşırı dahil oluşlar, çoğu zaman karşıdakinin ihtiyacına değil, kişinin kendi görülme ihtiyacına hizmet eder. Bu bağlamda sevgi, karşı tarafla sağlıklı bir bağ kurmaktan çok, kişinin içsel dengesini korumaya yönelik bir araç hâline gelir. Yani sevilen kişi bir birey olarak değil, kişinin kendi eksik taraflarını tamamlaması için kullanılan bir araca dönüşür.

Tersi durumda ise kişi, açıkça ifade edilmiş bir ihtiyaca duyarsız kalabilir. Bu da benzer şekilde, karşıdakinin duygusal varlığının tanınmadığı bir ilişki biçimidir. Duyarsızlık, çoğu zaman bireyin kendi iç dünyasını koruma refleksiyle gelişir. Karşıdakine temas etmek, duygusal bir yük getireceğinden, kişi bunun yerine mesafeyi tercih eder. Bu da bir tür savunmadır.

Her iki örnekte de ortak olan şey, bireyin kendi geçmişinden taşıdığı eksiklikleri, ilişkilerde tekrar etmesidir. Bu tekrarlar, ilişkide yaşanan duygusal örüntüleri şekillendirir. Sevgi gibi görünen pek çok davranış, aslında kişinin kendi iç boşluğunu telafi etmeye yönelik, bilinçdışı bir kurgu hâline gelir.
Oysa sevgi, sadece bir duygu değil; iki insanın birbirini gözeterek kurduğu dengeli bir bağdır. Gerçek sevgi; karşıdakinin ihtiyaçlarını duyabilecek kadar açık,
ama kendi sınırlarını yok saymayacak kadar farkındalıkla kuruludur.
Yakınlaşırken kaybolmamak, uzaklaşırken duvarsız kalmamaktır.
Ne karşıyı değiştirmeye çalışır, ne kendini feda eder.
İki insanın birbirine zarar vermeden temas edebilmesidir bu:
Biri diğerini yutmadan, biri ötekinden kaçmadan,
yan yana durabilmek…
Kendin kalırken yanında olabilmek…
Ve bazen sevmek, yaklaşmak kadar durabilmeyi de bilmektir.
Sınır dediğimiz şey burada yalnızca fiziksel ya da davranışsal değil, aynı zamanda duygusal bir yapı olarak ele alınmalıdır. Bu yapı çocuklukta şekillenir, ilişkilerle güçlenir ya da zedelenir. Sınır problemi yaşayan kişi, ya sürekli kendini feda eder ya da ilişkiyi kontrol altında tutmaya çalışır. Her iki uç da sevgi değil, içsel kaygıyla başa çıkma biçimidir.

Özetle:
Gerçek sevgi, ne kaygıyla şekillenmiş bir yapışma, ne de duyarsız mesafedir.
Gerçek sevgi; iki insanın, birbirinin varlığına zarar vermeden kurduğu temastır.